İstanbul'a uçuyorum, yanında menajerim Roger Ljung var. Yolculuğun yarısı tamamlanmış gibi. İnince ne olacağını sordum, bana cevap vermedi. Sadece yüzünde hafif haylaz bir gülümseme belirdi. İçimde, daha önce hiç görmediğim, hayalini bile kuramayacağım bir şeyle karşılaşacağım hissi oluştu.
Havaalanında büyük kalabalığı gördüm, arkamı döndüm, ünlü biri mi var diye baktım. Ancak sonra şunu duydum: "Linderoooth, Linderooooth..." Sonrası kaos. Bana doğru gelip, öptüler, havalara attılar. Çok rahat bir durumda değildim.
Şok olmuştum. Hem böyle harika karşılandığım için, hem de bu kadar fiziksel bir durum oluştuğu için. Bıyıklı amcalar vardı ve bana doğru gelip öpüyorlardı. Ailendeki en yakın insana bile böyle sevgi göstermeyebilirsin. Alışık olduğum bir şey değildi, çok özeldi. Dünya Kupası'nda oynadım, Premier Lig'de oynadım ama böylesini ilk kez gördüm.
2006 Dünya Kupası'ndan sonra, Galatasaray'ın benimle ilgilendiğini duydum. Menajerim Roger Ljung orada oynamıştı, yani ne olacağunu biliyordu. O yaz Kopenhag ile anlaşılamadı ancak 2007'de reddedilemeyecek ciddi bir teklifle geldiler.
Yeni maceram için çok heyecanlıydım, güneye gitmek istiyordum. Babam Marsilya'da oynamıştı, Fransa'nın güneyimdeydik. Barcelona'da Laudrup'u izlemiştim, Guardiola benim favori oyuncumdu. İdolümdü. Bu yüzden, Avrupa'nın güneyine gitmek istedim. Bu yüzden Galatasaray ve İstanbul bana çekici geldi.
İstesem Kopenhag'da kendi güvenli alamında kalabilirdim, iyi durumdaydım ancak kariyerim boyunca hep yeni şansları değerlendirmek istedim. Arkama yaslanıp, ne olacağını görmeyi seçmedim. Everton'a gittiğimde, ne olacağını tahmin edebiliyordum ancak yepyeni bir şeyi denemek, çok daha heyecanlıydı.
İstanbul'a indiğimde, henüz transferim bitmemişti. Kulübü ve şehri görmek istemiştim ve belki de transferi istemeyecektim. Düşünmem gerekiyordu. Ancak düşünmeye yakın bile olamadım, havaalanında insanları gördüm, Galatasaray yöneticileri kulübü ve şehri çok iyi sattı. Galatasaray'ın kendi adası var, orada oturup Boğaz'ın sularını izledik. Asya'ya geçen köprünün altında oturduk, renklerin nasıl değiştiğini izledik. Yaz, güzel hava, iyi yemekler... Sihir gibiydi. Reddedemezdim. Bu şehri, bu ortamı istememek imkansızdı.
Takımda çok iyi karşılandım. Hasan Şaş, Okan Buruk... Harika adamlardı, prestijli oyunculardı. Onların beni karşılama şekli beni şaşırtmıştı. Başka kulüplerde saygı kazanmak için çok çalışmaya ihtiyaç duymuştum ama Galatasaray'da bana kollarını açmışlardı. Everton'da kötü geçtiği için, burada daha fazla öne çıkmak, kendime bir anlamda özür dilemek istedim. Gerçekten kim olduğumu gösterme hedefindeydim.
Sezon öncesi çok zorluydu. Sahada çok fazla bire bir vardı, dışarıda da disiplin. Almanya, İsveiçre, Avustralya'daki Türklere ulaşmak için sürekli yolculuktaydık. Statlar doluydu, hep çok fazla Galatasaray taraftarı vardı. Galatasaray'a geldiğimde, kulübün ve taraftarların neler istediğini biliyordum. Sadece şampiyonluk yetmezdi. Kopenhag'da da aynıydı, 3 yıl bunu yaşadım. Böyle talepleri olan kulüpleri seviyordum.
Tribünde taraftar yoktu belki ama stadın dışında bekliyorlardı. Her maç. Polis eşliğinde stada gidiyorduk ve Ali Sami Yen'e yaklaştığımızda, geçebilmemiz için kalabalığı dağıtmak zorunda kalıyorlardı. Bu yüzden baskıyı, beklentinin ağırlığını da hissettim diyebilirim. Sahada her sesi, topa vurma sesini bile duyuyorduk. Biraz idman maçına dönmüştü ancak yine de odaklanmış durumdaydık.
İlk 7 maçın 6'sını kazandık, 1'inde berabere kaldık. Beşiktaş'ı yendik ve bir şeyler yolunda gibi hissettim. Galatasaray kadroyu yeniliyordu ve akıllıca transferler yapmıştı. Schalke'den Lincoln gelmişti, büyük bir yıldızdı. Biz sahada çalışan oyunculardık, o da yaratıcı oyuncuydu. Dengeli, güvenilir oyunculardan kurulu bir kadroydu.
Sezonun ilk yumruğu beklenmedik şekilde geldi. İsviçre'de Sion ile UEFA Kupası maçına çıktık ve yarım saat sonunda 3-0 gerideydik. Neden oldu, bilmiyorum. Belki Avrupa'daki maçların basit olduğunu düşünüyorduk, ciddiye almıyorduk. Belki de en büyük hedefimiz, Türkiye'de şampiyon olmaktı, o yüzden öyle oluyordu ancak 'Bu takımın adını bile duymadık, kolayca kazanırız' anlayışıydı, benim de işimi zorlaştırdı.
Sonra UEFA'da Helsingborg ile oynadık, Sion'u elemiştik ve bu daha da güven vermişti; 'Bu takım sorunu çözer' diye düşündük. İnsanlar çok fazla mücadele etmeden kazanabileceğimizi düşünüyordu ancak fiziksel olarak güçlü, organize bir takımdı. 3-2 kaybettik, çok sinir bozucuydu. İstanbul'a geldiklerinde, gerçekten onları elemek istemiştim.