1957'de Beşiktaş maçında 110 sayı atan basketbolcu kimdir?

"1957'de Beşiktaş forması ile Beşiktaş Karagücü Basketbol maçında 110 sayının tamamını atan basketbolcu kimdir?" sorusu ATV'de yayınlanan Kim Milyoner Olmak İster? yarışmasında soruldu.

Haber; Sporx.com
Sporx'e ücretsiz abone ol,ilk bilen sen ol!
1957'de Beşiktaş maçında 110 sayı atan basketbolcu kimdir?
Klavye okları ile sonraki ya da önceki habere geçebilirsiniz.
27 Mayıs 2017 22:18
Son güncelleme 27 Mayıs 2017 22:49
Cumartesi akşam (27 Mayıs) ATV'de yayınlanan Kim Milyoner Olmak İster? programında Beşiktaş Basketbol takımı ile ilgili sorulan sorunun yanıtı merak edildi. Beşiktaş'ın bir maçında 110 sayı atan isim kimdir?

ATV'de Kim Milyoner Olmak İster? isimli bilgi yarışmasında "1957'de Beşiktaş forması ile Beşiktaş Karagücü Basketbol maçında 110 sayının tamamını atan basketbolcu kimdir?" diye soruldu. Bu sorunun cevabı büyük merak uyandırdı.

İşte yarışmada sorulan sorunun cevabı; Beşiktaş Takım kaptanı Hüdai Budanur 1957'de Beşiktaş forması ile Beşiktaş- Karagücü Basketbol maçında 110 sayının tamamını atmıştır.

Beşiktaş Basketbol Takımı 16 Mart 1957 tarihinde Karagücü ile yaptığı İstanbul Basketbol Ligi müsabakasını 110-56 kazanırken Beşiktaş'ın bütün sayılarını Hüdai Budanur atmıştır ve bu olay tarihe geçmitir.

TARİHTEN BİR NOT; HÜDAİ BUDANUR


Kim Milyoner Olmak İster? yarışması
Dünyanın en çok seyredilen ve kazandıran yarışma programı Atv ekranlarında devam ediyor! Yarışmada toplam 12 soru yer alıyor. Bu on iki soruyu yanıtlamak için size 4 joker hakkı sunuluyor. Ayrıca 2 barajınız var. Baraj sorularını doğru yanıtladığınızda o ana kadar kazandığınız ödül her halukarda sizin oluyor. 12. soruyu da doğru yanıtlarsanız kazanacağınız ödül tam 1 Milyon TL.

Hüdai Budanur bir maçta 110, Erman Kunter 153 sayı atmıştır

 



HÜDAİ BUDANUR KİMDİR? KENDİ AĞZINDAN...

10 Şubat 1936 doğumluyum. Baba evi Fatih Camii medreselerinin arkasındaydı. Kökenimiz Bulgaristan'a dayanıyor. Üçüncü sınıfa kadar evin bitişiğindeki 62. İlkokulda okudum. Üç katlı, kafesli ve cumbalı bir evimiz vardı. Babam Kapalıçarşı'da antikacıydı. Yedi sekiz yaşındayken babamı kaybettim. Biz dört kardeştik, en küçükleri bendim. Babam vefat ettikten sonra annem mahalledeki komşulara dikiş dikerdi. Hatta hiç unutmam, bana teyel söktürürdü. Büyük ağabeyim hukuk fakültesinde okuyordu, babam ölünce yarım bıraktı fakülteyi. Küçük ağabeyimin Malta çarşısında manav dükk,nı vardı.

Çocukluğum Fatih Camisi civarında geçti. Medreselerin yanında büyük çitlembik ağaçları vardı. Ağaçların dibinde bir kör kuyu vardı. Daha birinci veya ikinci sınıftaydım. Mahalle arkadaşlarımla hep o kör kuyunun yanında bir adam görürdük. Kıvır kıvır ak saçı vardı. Heybesini kuyunun yanına koyup otururdu. Yanında içki şişesi olurdu. Oraya oturup ney çalardı. Biz onunla, "Sarhoş! Sarhoş!" diye alay edip kaçardık. Fatih medreselerinde kalırdı o adam. Yıllar sonra orada öldüğünü duyduk. Sonra öğrendik ki, o adam meşhur Neyzen Tevfik'miş.

Darüşşafaka'ya 1945-46 ders yılında, ilkokul dördüncü sınıfta imtihanı kazanarak girdim. Her Çarşamba velilerin ziyaret günüydü. Annem meyve getirirdi bana. Rıfkı Bey her gece yatakhanede kalırdı. Çok disiplinliydi. Herkesin ayaklarını uzatarak ve sağına yatmasını isterdi. Bek,r ütüsü yapardık, pantolonları yatağın altına koyup ütülerdik. On üç adım diye bir yer vardı, sevgilisi olanların okuldan kaçma yeriydi. Duvarın en alçak yerini bulmak için on üç adım atardık. O yüzden oranın adı on üç adım kalmıştı. Okula girdiğimiz sırada İkinci Dünya Savaşının yarattığı kıtlık vardı. Ekmek, şeker karneyle dağıtılırdı. Eski nüfus cüzdanımda 'Makara fişi verildi', 'Ekmek karnesi verildi' yazıyor. Öyle bir yokluk içindeydik. Yemekhanede büyük bir sepet vardı. Akşamüzeri onun içine artan ekmekleri koyarlardı. O ekmekleri alıp yerdik karnımızı doyurmak için.

Sporu çok seviyordum ve hepsinde yer alıyordum. Okulda tabii herkes gibi biz de kendi aramızda futbol oynayarak başladık spora. Sedat Erberk çok güzel bez top yapardı. Çarşafı enlemesine yırtar, ortasına gazete k,ğıdı sıkıştırırdı. Etrafını iyice sarardı. Ortaokuldan itibaren futbol, voleybol, basketbol takımlarında oynadım. O zaman Kabataş, Haydarpaşa ve Galatasaray liseleri bizim rakibimizdi. Futbolda bir gün Eyüp Stadında maçımız vardı. Öyle bir çamur ki, ayakkabılar çamurun içinde kalacak gibiydi. Bir ara kulübün futbol takımında bile oynadım. Maçları Beylerbeyi Stadında oynardık. Fakat bir noktadan itibaren kendimi tamamen basketbola verdim. Yaşımız ilerleyince hafta sonları da okulda kalmaya başladık. Bizim Darüşşafaka'da basketboldan başka bir hayatımız yoktu. Sabah girerdik salona, öğlen yemeğine çıkana kadar oynardık. Batur benim sınıf arkadaşımdı.

Bizim sınıfların basketbola yönelmesinde Yalçın Abinin büyük etkisi vardı. Bütün hayatı basketbolla geçiyordu. Koridorlarda filan tavandan geçen kalorifer boruları vardı. Hep k,ğıtlarla o borulara kendi kendine şut atardı. Yalçın Abiye tapardık biz, hepimizin idolüydü. Jeoloji okumamda bile bunun payı vardır. İlk kez biz üniversiteye gireceğimiz zaman giriş imtihanı kondu. Yalçın Abi bizim önderimiz ya, bizde aynı fakülteye girdik. İmtihana girerken ben birinci sıraya jeolojiyi yazdım.

O zamanlar basketbol topu nerede. Parçalı, iple bağlanan toplarla oynuyorduk. Ayrıca eski spor salonundaki döşemelerin bir kısmı kırıktı. Topu vurdukça yerinden oynardı o döşemeler. Bizde İsmail Kafesçioğlu vardı, TPAO genel müdürlüğü yapmıştı; iki sene önce vefat etti. Biz okurken okulda daha kolej sistemi yoktu. Fakat onun İngilizcesi çok iyiydi, Amerikan gemileri geldiği zaman hep onlarla maç alırdı bize. İTÜ spor salonunda Amerikalı gemicilerle maç yapardık. Biz, 'hadi İsmail Amerikalılardan top istesene, keds istesene,' derdik. O zaman Türkiye'de keds denen basketbol ayakkabısı yoktu. Bir yaz tatilinde pasaport çıkarttım. Daha on sekiz yaşındayım. Önce İzmir'e gittim. Oradan da Uludağ vapuruna binip Pire'ye gittim. Gemide giderken güvertede yatmıştım. Pire'den Atina'ya geçtim ve oradan basketbol ayakkabısı alıp döndüm. Orası spor malzemeleri bakımından daha ileriydi o zamanlar. Spalding toplar orada bulunuyordu. Şimdi öyle mi, geçenlerde torunuma top alacaktım. Baktım markette Spalding, Voit marka toplar 20-30 liraya satılıyor.

Biz daha lisede okurken kulüp takımında oynamaya başladık. Ben Darüşşafaka takımında üç sezon oynadım. Bende iz bırakan bir Fener maçı vardır. Bitime on saniye vardı. Bir sayı gerideydik. Faul çizgisinin oradan cemşata kalktım. Top girdi ve oyun bitti, bir sayıyla galip geldik. Darüşşafaka olarak Fener'i ilk defa o zaman yendik. O takımda Sedat, Haşim, Dursun, Nedret, Güray Kılıç, Doley diye bir Yahudi oyuncu vardı. Kulüp takımında bizi çalıştıranlar Niyazi Turan, Yalçın Granit ve Atilla Erten'di. O zamanlar açık hava sahaları vardı. Yazın Kadıköyspor sahasında, Bakırköy'deki sahada gece maçları olurdu. Kızlar seyretmeye gelirdi bizi. Öylece moral depolardık.

Takımda oynarken Darüşşafaka genç takımı antrenörüydüm aynı zamanda. Genç takımda Dursun ve Nedret'i çalıştırdım. Bir de Güray Kılıç vardı. O zamanlar hook shot atmak çok meşhurdu. Nedret'e onu atmayı öğrettim. O da çok iyi hook shot atmaya başladı. Ayak hareketlerini filan hep gösterirdim. Başlarda utangaç bir çocuktu. Fatih'te Reşadiye kıraathanesi vardı. Güray, Nedret oraya gelirler, orada tavla filan oynarlardı. Ara sıra oradan geçerken onları görürdüm. Nedret fevri hareketler yapar, boşu boşuna teknik faul alırdı. Şevket Taşlıca dünyanın en tatlı insanıydı. Gayet güzel eli vardı. Ders çalışmayı sevmezdi.

Okul bitip dışarı çıkınca şaşırdım, topluma adapte olmakta zorlandım. Kulüp takımında oynadığım sırada, 1955'te Darüşşafaka'dan mezun oldum. Aslında bizim 1954'te mezun olmamız lazımdı fakat biz lisede okuduğumuz sırada lise eğitimi dört yıla çıkarılmıştı. O yüzden 12. sınıftan mezun olduk. Darüşşafaka'nın bize verdiği istikamet doğruluk ve dürüstlüktü. Okul bitip dışarı çıkınca şaşırdım, topluma adapte olmakta zorlandım. Fen Fakültesini kazanıp jeoloji okumaya başladım. Bir yandan da spora devam ediyordum. Üniversitede masa tenisi şampiyonu oldum.

1957'de Beşiktaş'a girdim. 2.000 lira transfer ücreti aldım. Yanlış hatırlamıyorsam 500 lira da maaş alırdık. O zaman İstanbul Ligi vardı. Sonra da Türkiye şampiyonası yapılırdı. Karagücü ile bir lig maçı yapacaktık. Antrenörümüz Yakovos Bilek maçtan önce, "Ben bir taktik düşündüm," dedi. "Bu Karagücü zayıf takım, biz onları nasıl olsa yeneriz, fakat çok orijinal bir şey yapacağım. Bütün sayıları Hüdai yapacak," dedi. Milli takıma hep Galatasaray ve Fenerbahçe'den oyuncular alınıyordu ve hocamız buna karşı bir tavır olarak bunu düşünmüştü. O zamanlar bugünkü kurallar yoktu. Top dışarı çıktığı zaman şimdi saat duruyor, o zaman durmazdı. 30 saniyede hücum etme kuralı yoktu o yıllarda. 'Friz yapma' yani topu oyalama vardı. Galip takımın oyuncuları topu elinde istediği kadar tutardı vakit geçirmek için. Üçlük atış yoktu. Oyun başladı, ben o kadar formdayım ki – ne zaman cemşata sıçrasam top hep içerde. Yüzde 70 hatta 80'in üzerinde bir atış yüzdesiyle oynadım. Birkaç faul kazandık. Bizim oyuncular atamadı. Neticede 110-56 galip geldik. Normal oynasaydık 100 sayı yapamazdık çünkü zayıf takım diye herkes atacaktı, bir kısmı sayı olmayacaktı. Bir karambol olacaktı. Böylece koçumuz Yakovos Bilek 'işte görün milli takıma seçmediğiniz adamı' diye kendi görüşünü ispat etti.

Beşiktaş'ta üç sezon oynadım. Üniversite tahsilinden sonra 1961 Şubat'ında Ankara'da DSİ'ye girdim. İlk genel müdürüm Süleyman Demirel'di. Altı ay sonra siyasete girdi. DSİ takımında birkaç maç oynadım. Orada basketbol okulu kurduk gençleri yetiştirmek için. O gençlerden biri Aydın Örs'tü. Sonra askere gittim iki seneliğine. Önce Muhafız Alayına aldıracaklardı beni. O sırada yedek subaylar kura çektikten sonra hiçbir şekilde tayin ve becayiş yapamazlar diye bir yasa çıktı. Altı ay Tuzla'da temel eğitim almıştım. Sonra kurada Amasya'yı çektim. Orada bir buçuk yıl kaldım. O zaman, yani 1962'de eşimle evlendik. İkinci taburda Hurşit Tolon vardı, Harp Okulunu yeni bitirmişti. Futbolcu İsmail Kurt da askerliğini o sırada Amasya'da yapmıştı.



Tümü
 Reklam